3 Mart 2012

TAŞRADA ÂLİM OLMAKAbdi Hoca [Abdurrahman Hilmi BİLİCİ] Örneği- /Ahmet Çapku


Abdi Hoca ismiyle anılan Abdurrahman Hilmi Bilici[1] hoca Ordu / Kumru civarında ilmi, şahsiyeti ve hizmetleriyle tebarüz etmiş, ahlakî duruşu ve dinî bilginin yetişen nesle kesintisiz bir şekilde aktarılması itibariyle mühim bir görev icra etmiştir. İncevelioğulları olarak bilinen ve içinde pek çok âlimin bulunduğu bir aileden gelen Abdi Hoca’nın babası Hasan efendi ve her biri âlim olan dedeleri -silsile halinde- Abdurrahman, Hasan ve Mustafa efendiler, saygın kişilerdir. Dört çocuklu bir ailenin çocuğu olan Abdi Hoca’nın nüfus kağıdındaki bilgiler şöyledir:

T.C. Nüfus kimlik no: 51. Seri no: 078458. Aile ismi, yani lâkap ve şöhreti: İncevelioğlu. Adı: Abdurrahman. Babasının adı: Hasan. Anasının adı: Hanife. Doğum yeri: Fizme-i Süflâ [Aşağı Fizme]. Doğum tarihi: 1279[2]/[1862-63]. Dini: İslâm. Mezhebi: Hanefi. Meslek ve içtimai vaziyeti. [boş, herhangi bir bilgi yok]. Medeni hali [*]: Evli. Boy: Orta. Göz: Ela. Renk: Buğday. Vücutça sakatlığı veya noksanlığı: Tam. Nüfus Kütüğüne Yazılı Olduğu Yeri. Vilayeti: Ordu. Kazası: Fatsa. Nahiyesi: Kumru. Mahalle veya köyü: Fizme-i Süflâ. Sokağı: [boş]. Hane no: 96. Cilt no: 32. Sahife no: 136. Ne suretle verildiği: Zayiden verildi. Bu nüfus cüzdanında adı ve hüviyeti yazılı olan Abdurrahman, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak nüfus kütüğünde kayıtlıdır. Bu cüzdan Fatsa nüfus idaresinden verilmiştir. 27. 9. [1]935. Mühür. İmza.

İlim Hayatı:      

Bir insanın ilme olan merakı doğuştan mıdır yoksa sonradan mı kazanılır tartışmasını bir yana bırakırsak ilim sevgisinin daha küçük yaşta Abdi Hoca’nın benliğinde yer ettiği görülür. Fakir bir ailenin çocuğu olarak tarlaya çift sürmeye gittiklerinde koltuğunun altında elif-bâ cüzü, elham cüzü eksik olmamıştır. Bir yerlere giderken ve mahalle içinde dolaşırken yakınları onu hep kitapla haşır neşir halde görmüştür. İlk tahsiline Findekse müftüsü Mustafa efendide başlayan Abdi Hoca,
daha sonra Kumru’da medresesi olan Hocazadelerden Halil efendinin babası müderris Mehmet efendide okumaya gelir. Müderris Mehmet efendi onu, Ünyeli Hacı Yusuf efendiye[3] gönderir. Bir ara kendi köyünün yakınlarında bir yerde hizmetçi olarak çalışan Abdi Hoca tekrar Yusuf efendinin yanına döner ve uzun yıllar (onbeş yıl) orada okuyup icazet alır. Yusuf efendinin tasavvuf itibariyle Abdi Hoca’ya kılavuzluk yaptığı da hocayı yakından tanıyanlarca ifade edilir.

            İcazet aldıktan sonra köyüne dönen Abdi Hoca, Fizme’nin Çakıllı denilen mevkiinde daha önceden kurulmuş ve fakat âtıl halde bulunan medreseyi faaliyete geçirir. Orada uzun yıllar talebe okutur. Okutulan dersler Arapça grameri (emsile, bina, maksud…), mızraklı ilmihal, Kur’an kıraati şeklindedir. Yazlık olarak kullanılan Akdana Güzdesi denilen yerde de yaz aylarında talebeler, hocasıyla birlikte olur. Böylece Abdi Hoca yazlık ve kışlıkta ilim faaliyetlerini kesintisiz olarak devam ettirir. Hocaya okumaya gelen talebelerden bir kısmı uzak yerlerden geldiği için onun evinde kalır.
Talebenin yakınları ise iâşe-ibâte için gerekli malzemeyi imkan ölçüsünde temin eder.

Abdi Hoca’yı yakından tanıyanlar, bir talebenin on-onbeş yıl kadar hocada okuyup icazet aldığını ve bu şekilde onun iki defa icazet verdiğini söylerler. I. Cihan Harbi yıllarında bir ara medreseye asker kaçakları doluşur. Herhalde bu tür sıkıntılardan olsa gerek mezkur yıllarda medresesinde ilim faaliyeti bir ara inkıtaya uğrar.[4] Sözü edilen medresede ilim faaliyeti medreselerin kapanmasına (3 Mart 1924) kadar devam eder.[5] Sonraki zaman diliminde Abdi Hoca; “Hükümeti saymak mecburiyetindeyiz” diyerek medresede ilim faaliyetini bırakır. Şu kadar var ki, muallimlik hizmetini imkan ölçüsünde kendi çocukları ve misafir ağırlama tarzında evine gelenleri üzerinden devam ettirir. Bununla birlikte kimi zaman onu resmi görevlilere ihbar edenlerden veya bilgisini tartmak isteyen etraftaki hocaların varlığından da söz edilir. Medreselerin kapatılması kararından sonra Ankara’daki yetkililerin, Abdi Hoca’nın Diyanet’te etkin bir mevkide yer almasını istedikleri ve fakat onun kabul etmediği söylenir. Bir ara Fatsa’da vaiz olmak için teşebbüs etmişse de o da akîm kalmıştır.

            “Ben onbeş yıl okudum, onbeş yıl da talebe okuttum.[6] Yine de hoca olamadım!”  diyen Abdi Hoca’nın bir ambar dolusu kitabından söz edilir. Lügat, tefsir, tarih, hadis gibi pek çok dinî ilimle ilgili kitaplardır bunlar. Beş odalı iki katlı evinin büyük bir odası hem kütüphane hem mescid olarak tanzim edilmiştir. Ders takriri esnasında hoca, talebelerinden; “Bana şu kitabı verin” dediğinde istediği kitap kendisine verilir. Bu sefer; “Bana şu kitabı da verin” dediğinde kimi talebeleri; “Hocam, o kitap diğerinin aynısı, niçin istiyorsunuz?” diye sorduklarında hoca; “Yahu mollalar, siz bilmezsiniz. Kimi kitapların müellifleri, para kazanmak için yazar!” der ve doğru bilgiyi temin için kitaplar arasında dolaşıp durur. Öyle anlaşılıyor ki, aynı konuda yazılan kitapların takip ve temin edilmesi ve o zamanın şartlarında bunun başarılması Abdi Hoca’nın ilim – hakikat arayıcısı olduğuna işaret eder. Kendisinden ödünç kitap alanları takip için liste tutar, kitap alıp da iade etmeyenlerden müşteki olur. Abdi Hoca; “Benden sonra bu kitapları muhafaza edin. İleride içimizden okuyan çıkabilir” dese de herhalde kitapların dilinden anlayan yakınları olmadığı için olsa gerek geriye pek bir şey kalmadığı bilinmektedir. Hocanın vefatından sonra kütüphanesini görenlerin müştereken söylediği söz, ‘pek çok kitap’tan geriye bir şey kalmadığı gerçeğidir. Verimli/olgunluk  yıllarında eser yazmayı düşünmüş ve fakat herhangi bir yazı kaleme almamış olan Abdi Hoca, ahir ömründe; “Yahu dünyayı boş geçirdik. Sıhhat bize baki kalır sandık. Zamanında kitap yazıp yayımlamadık. Şimdi ise gözlerim iyi görmüyor. Hata yaparım diye korkuyorum” şeklinde hayıflanmıştır. Onun bu tavrında hiç şüphesiz, eslâf bir çok şeyi yazmış, bize aktarmış. Biz ise onları anlamaktan aciziz, şeklindeki mütevazı bir yaklaşımın etkisi vardır. Bir diğer husus ise hocanın yaşadığı zaman diliminde kitap yazıp yayımlamanın bugünkü kadar kolay olmadığının bilinmesi gerektiği hususudur.

Tasavvuf ve İbadet Hayatı:

Abdi Hoca’nın tasavvufî hayatında Ünye’de iken kendisinden ders aldığı Yusuf efendinin önemli bir yeri olduğu anlaşılır. Hacı Yusuf efendinin, medresede okuyan talebelerine aynı zamanda hatim (hatme ?) yaptırdığı rivayeti doğru kabul edilirse Abdi Hoca’nın bu konuda hocasından tarikat dersi almış olması ihtimal dahilindedir. Abdi Hoca’yı yakından tanıyanlardan Hüseyin Eviş, onun Nakşî tarikatının Halidî koluna bağlı biri olduğunu ve şeyhinin Gümüşhanevi Ahmed Ziyaeddin efendi olduğunu ifade eder. Ahmet Hocaoğlu ise “Abdi hocamız tarikat şeyhi değildi. Gümüşhanevî’ye bağlı olabilir. Kendisine irşat görevi verilmemiş olmakla birlikte ders vekili olarak görülebilir. Halk arasında Abdi Hoca’nın şeyh olduğuna dair söylentiler doğruyu yansıtmaz. O sadece ders vekili olabilir ki, buna bugün halife deniliyor tasavvuf literatüründe. Kaldı ki Abdi Hoca, ben tarikat şeyhiyim diye ortaya çıkmış da değildir” şeklinde bir görüş beyan eder. Nitekim Cemal Çaya da benzeri ifadelerle aynı hususa dikkat çekerek: “Hocamız Nakşî tarikatına bağlı idi. Şeyhi ise Gümüşhanevi Ahmed Ziyaeddin efendiydi. Hocamız burada halife olarak ders verirdi. Kendisine ait rabıta yaptırmaz, şeyhine işaret ederdi. Zikir halkaları oluşturulurdu. Hocamız bunu vefatına kadar devam ettirdi. Yasak döneminde herhangi bir takibata da uğramadı.” demektedir. Bu arada söz konusu sohbet ve/veya zikir meclislerinin misafir olarak gidilen kimi insanların evinde ve fakat düzensiz olarak yapılabildiğini hatırda tutmak gerekir.

Abdi Hoca’nın göze çarpan en mühim hizmetlerinden biri irşat faaliyetleridir. Etrafta tanınmış olması misafir olarak gittiği her yerde kendiliğinden oluşan bir sohbet halkasının kurulmasını beraberinde getirmiştir. Bilgisinin genişliği, sohbetinin güzel oluşu ve sağlam bir ahlak abidesi duruşuyla (özellikle kışın derin geçtiği kimi zamanlarda) gittiği yerlerde bir hafta on gün kadar misafir kalır, bulunduğu yere Tokat, Ünye, Terme, Korgan, Akkuş gibi civar yerlerden gelenler olur. Bazen Abdi Hoca mezkur yerlere gider ve böylece hasbî olarak gezici vaiz haliyle irşat faaliyetlerini aralıksız olarak sürdürür. Onu ziyarete gelenler arasında hemen her sınıftan insanın oluşu önemlidir. Abdi Hoca her şeyden evvel bölge halkı arasında bilgisine ve görgüsüne itibar edilen biridir. Nitekim kendisini ziyarete gidenlerin, ‘Hoca Babayı ziyarete gidiyoruz’ şeklindeki ifadeleri de buna işaret eder.  

Halkın Abdi Hoca’yı kendilerine yakın görmeleri ve hemen her dertlerini ona anlatmaları bahsinde onun tasavvufî hayatının mühim bir yeri olduğu görülür. Bunda hocanın halk arasında dolaşan keramete dair söylentileri yanında dinî fetvaların kendisine danışılabilecek evsafta biri oluşunun etkisi büyüktür. Özellikle miras, evlilik ve talak, ibadet, tarla-sınır anlaşmazlıkları gibi gündelik hayatta sıradan bir müslümanın yaşamına dair dini bilgiler kendisine sıkça danışılmış, kimi zaman bölge âlimlerinin içinden çıkamadığı nice soruyu Abdi Hoca’ya taşıma ihtiyacı hissedilmiştir. Bu açıdan pek çok kişi herhangi bir sorununu yakınındaki bir hocaya götürüp onun bilgisini, fikrini aldıktan sonra, ‘Bir de Abdi Hoca’ya sorayım’ demekten kendini alamamıştır. Dinî bilgideki derinliği ve onu yorumlayabilme kudreti yanında gönül insanı oluşu ve bunun keramet halleri şeklindeki zuhuru hocanın kâl ve hâl ehli biri oluşuna işaret eder. Fatsa gibi ilçelere gittiğinde hocayı gören halkın ona hürmeten temenna edip rağbet göstermesi üzerinde durulması gereken ayrı bir husustur.

            Abdi Hoca ibadet hayatı yönüyle de etrafındakilerin gıpta ettiği biri olarak yaşamıştır. Namazlarına düşkündür. Talebelerinden Cemal Çaya yaşadığı bir hatırasını şöyle dile getirir:  “Talebeleri olarak bizler, hocanın evinde kalıyorduk. Hocamız bizi, haydi kalkın diye sabah namazına çağırırdı. Hocamızın saati vardı ancak o, ‘bu kul yapısıdır belki durur da namazımız geçer yahu!’ derdi. Nitekim bir keresinde sabah vakti oldu zannederek bizi namaza kaldırmış ve fakat vaktin girmediği anlaşılınca tekrar yatmıştık. Bu durum o gün üç kez tekrarlanmıştı!” Gece namazına kalkabilmek için yatsı sonrası yatar, vird haline getirdiği duaları okur. İmkan ölçüsünde üçayları oruçlu geçirmeye çalışır. İlerleyen yaşlarında oğlu Hakkı efendi; “Babacığım, sen artık şeyh-i fani olmuşsun. Bu halinle oruç tutmasan da olur” dediğinde onun cevabı; “Ölürüm de orucumu yine bırakmam!” şeklindedir. İbadet ve muhabbet vadisinde her zaman samimiyetten yana olmuş, bunu ahlakî olgunluğuyla da ortaya koymuştur. Ona gelip de Hz. Peygamber’i rüyalarında görmek isteyenlere yapması gerekenleri anlatır, eğer istenilen netice alınmazsa söz konusu kişiyi tembih manasında nazikçe uyarır. Yusuf Arazici şöyle bir anısını anlatır:

Hocamız anlatmıştı bize. Bir zamanlar adamın biri gelmiş, çok istediğim halde Peygamberimizi rüyamda göremiyorum ne yapayım demiş. O da git iki rekat namaz kıl sonra yat demiş. Fakat adam görememiş. Bunun üzerine hocamız, bu sefer et al biraz da tuzluca olsun. Onu ye ve yat demiş. Adam o gece hep soğuk sularla uğraşmış. Bunun üzerine hocamız, adama, senin hararetin o tuza idi! Senin hararetin Peygamberimize olsaydı onu da görürdün demiş.”

Kişinin dindarlık seviyesi onun Allah’la olan gönül bağıyla yakından ilgilidir. Bu manada Abdi Hoca’nın dindarlığa bakışını tesbit mahiyetinde şu bilgi dikkat çekicidir: Bir ara yakınlarına, “Rabbim beni unuttu!” der. Onlar da, “Hocam Rabbimiz seni unutursa bizim halimiz nice olur!” dediklerinde o, “Siz hasta oluyor musunuz?” diye sorar. Onlar da “Oluyoruz” cevabını verirler. Bunun üzerine hoca; “Ben uzun zamandır hasta olmuyorum” diyerek hayıflanır. Fazla geçmez hasta olur ve yatağa düşer. “Elhamdülillah, Rabbim beni unutmadı!” diyerek hamdeder. Son üç yılını felçli halde yatakta geçirir ve halinden şikayet etmez. Onun bu tavrının, modern hayat anlayışı ve modernitenin getirdiği Müslümanlık algısı açısından değerlendirilmesi ayrı bir bahis olsa gerektir. 

Konuşmalarında bölge halkının ihtiyaç duyduğu, ibadet, ahlak, komşuluk adabı ve kul hakkı, ahiret hesabı gibi konulara ağırlık vermiştir. Oldukça selis bir üslupla ve gür sesle konuşur, ayet ve hadislerle tezyin ettiği sohbetlerin kimi yerinde ağlamaktan kendini alamaz. Böylece dini bilgi aktarımında hissiyatı da işin içine katar. Onun konumu böyle olunca halkın ‘eşkıya’ dediği hırsız ve soyguncular, Abdi Hoca’ya sıcak bakmamış, onu kendileri için bir engel olarak görmüştür. Bu açıdan herhangi bir kötülüğe bulaşanların, utandıkları ve hatta hocanın bedduasından çekindikleri için olsa gerek, hoca ile yüzyüze gelmemeye çalıştığı söylenir. Aynı şekilde Abdi Hoca’nın davul-zurnalı eğlenceleri tasvip etmediği için olsa gerek ki, Fizme’ye davulcu-zurnacının giremediği şeklinde halk arasındaki söylentilerin varlığı ilgi çekicidir.[7] Herhalde eğlence düşkünü kişilerin hocadan çekinmiş olmaları ve söz konusu hikayelerin ortaya çıkışı yukarıda anılan gerekçeye mebni olsa gerektir.

            Falcılara ve muskacı hocalara iyi gözle bakmaz. Şu kadar var ki, gerek fizikî gerek psikolojik derdi olanlar hocaya geldiklerinde o, hasta kişi için herhangi bir karşılık beklemeden şifa duaları yazar, okur. Kimi zaman hastanın durumuna bakar ve ilaçlarla ilgili kitaplara göz atarak ilaç tavsiyesinde bulunur. Mevlit, hatim ve yağmur duası gibi merasimlere iştirak eder, halk ile iç içe olur. Kocalarından şiddet gören kimi kadınlar, gidecek yeri yoksa icabında ‘Hoca Baba’ dedikleri Abdi Hoca’nın evine sığınır, parasını bir yerlere saklamak isteyenler getirip ona emanet eder.[8] Mükemmel Arapça bilen Abdi Hoca’nın bir miktar Farsça’sı da vardır. Lazca, Gürcüce ve Çerkesçe’yi de konuşabilir durumdadır. Katıldığı merasimlerde bir tür tevriye sanatına başvurarak yakından tanıdığı kişilerle şakalaşır. Mesela talebelerinden birine; “Senin annen hırsızmış!” diye çıkışır. Toplum içinde bu söz karşısında bunalan talebe, “Annem ne hırsızlığı yapmış?” diye sorunca hoca; “Senin annen hiç süt çalmıyor mu?” diyerek onu rahatlatır. [Hocanın yaşadığı yörede halk arasında süt çalmak şeklinde bir deyim vardır ki, akşamleyin sütü, yoğurt olması için mayalamak anlamındadır]. Abdi Hoca’nın bu mizahsever hali bazen şiir diliyle de kendini göstermiştir.[9]

            Temiz giyinmeye özen gösteren Abdi Hoca’nın bol pantolon giyindiği, başında sarık ve abaniye bazen şapka üzerine sarık taktığı vakidir. Geçimini çiftçilikle kazanmış, meyve fidanı dikmeye özel önem vermiştir. Özellikle olgunluk ve yaşlılık zamanlarında gelen gideni çok olduğu için her zaman ziyaret edilen, akıl danışılan ve duası umulan bir âlim olmuştur. Abdi Hoca’nın halk nezdindeki konumunu talebesi Yusuf Arazici yaşadığı bir hatırayla şöyle dile getirir: 
“Çorum’da imamlık yapıyordum. Oradaki insanlar beni oradaki hatırı sayılır bir hocanın yanına götürdüler ve beni, ‘Ramazan için gelen hocamız’ diye tanıttılar. O hoca bana nerelisin diye sordu. Fatsa, Korgan derken iş Kumru’ya geldi. Bunun üzerine bana; ‘Sen Abdurrahman efendiyi bilir misin?’ diye sorunca ben, acizane talebesiyim, dedim. Bunun üzerine o mübarek kalktı, geldi ve beni gözlerimden öptü. ‘Ey dostlar! Gelin bu kişiyi ziyaret edin! dedi. O, hocamızı [Abdi Hoca] görmediği halde ismini duymuş meğer.”


Siyasî Duruşu:
           
            Abdi Hoca’nın yaşadığı zaman diliminin siyaset ve din ilişkileri bağlamında muhataralı bir dönem olduğu görülür. Bu hususun Abdi Hoca’nın hayatına yansıması da kaçınılmaz olmuştur. Din eğitimi, tarikat faaliyetleri, giyim kuşam, ezanın Türkçeleştirilmesi gibi pek çok husus bölgenin önde gelen ve sıradan insanları tarafından bir şekilde Abdi Hoca’ya taşınmış, o da söz konusu durumlara karşı kendi düşünce ve duruşunu ortaya koymaya çalışmıştır. Şapka kanunu çıkınca Fatsa esnafı Abdi Hoca’ya gelir ve dinî açıdan şapka takmanın durumunu sorarlar. Abdi Hoca’nın onları bu konuda sıkıntıya sokmayacak sözler söylediği ifade edilir. Nitekim Abdi Hoca, özellikle herhangi ilçeye girerken başına şapka giymeyi ihmal etmez.  Ahmet Bilici şunları nakleder: “Şapka kanunu çıktıktan sonra müderris olan dedem kasketi heybesine yerleştirir, şehire indiğinde onu başına koyarmış. Hükümete uymak gerekir dermiş. Dedem bu işlerde hassas biri imiş. Zira o devirlerde devlet-millet bütünleşmesine her zamankinden daha çok ihtiyaç varmış. Dedem de milleti kasket ile oyalamak doğru değil, birlik olmak lazım diye düşünürmüş. Bundan dolayı şehire veya kalabalık bir yere giderken kasketini takarmış.”
                                              
Abdi Hoca Fizme köyünde hayat sürmesine rağmen Türkiye tarafından tanınan bir âlim olmuştur. Nitekim kendisinin iki sefer Ankara gittiği söylenir. Birinci gidişi yeni kurulan Ankara Hükümeti ile İstanbul Hükümeti arasındaki payitahtın [devlet merkezi] Ankara mı yoksa İstanbul mu olacağı tartışması üzerine Ankara hükümeti hatırı sayılır âlimleri Ankara’ya çağırır ve görüşlerini sorar. Onlar da zamanın şartlarını dikkate alarak Ankara’nın payitaht için daha elverişli olduğu konusunda görüş beyan ederler.[10] İkinci gidişi ise, Abdi Hoca’dan naklen, hocanın talebesi Cemal Çaya’nın ifadelerine şöyle yansır: Lozan’da yabancı güçler bazı gizli maddelerden oluşan bir listeyi Türk heyetine sunarlar. Bunlar giyim kuşamın (kıyafet) değiştirilmesi, Arap harflerinin ve ezanın kaldırılması gibi hususları içeren maddelerdir. Yabancı devletler eğer bunları kabul ederseniz savaşı bırakırız yoksa savaşa devam ederiz tehdidinde bulunur. Türkiye’nin ise savaşa devam etme gücü kalmamıştır. Zor şartlar altında kabul edilen bu maddelerin durumuna dair görüşlerini almak için devlet ricali, önde gelen âlimleri Ankara’ya çağırarak görüşlerini sorar, onlar da düşüncelerini söylerler.[11] Günün birinde “Tanrı uludur. Şüphesiz bilirim bildiririm Allah’tan başka yoktur tapacak. Şüphesiz bilirim bildiririm Allah’ın elçisidir Muhammed. Haydin salaha. Haydin felaha. Namaz uykudan hayırlıdır…” şeklinde Türkçe olarak ezan okunurken Abdi Hoca, talebelerine biraz da şaka yollu olarak; “Tabi ki Peygamberimiz cennete girmeye vesiledir. Sabahleyin namaz uykudan hayırlı değil midir yahu!” dermiş. Abdi Hoca şapka kanununun uygulanmasında, ezanların Türkçe olarak okunmasında ve medreselerin kapatılması neticesinde herhangi bir aykırı uygulamaya başvurmadığı gibi o yönde eğilimi olanlara “devlete itaat Allah’a itaattir” şeklinde sözler söylemiştir. Söz konusu uygulamalar karşısında herhangi bir beddua okumaya (kahriye) gitmemiş, herkesin ıslahı için hayır dua etmeyi tercih etmiştir.[12]

      Kendisini yakından tanıyanların ifadelerine göre Abdi Hoca vefatına kadar Halk Fırkası’na [CHF] bağlı kalmış biridir. Her ne kadar 1950 sonrası Demokrat Parti kurulmuş olsa da Abdi Hoca’nın tercihi Halk Fırkası’dan yana olmuştur. Bu konunun önemli ipuçlarını, hocayı yakından tanıyanların ifadelerinde bulmak mümkündür. Talebelerinden Ali Peru şunları nakleder:
Hoca Efendi beni İstanbul’a okumam için göndermek istiyor. Babam ise; Hocam bu çocuk daha çok küçük, oralarda baş göz göremez, diyor. Hoca ise, hayır ben ona tarif edeceğim o bunları yapar, diyerek babamın görüşünü değiştirmeye çalışıyor. O zamanlar İmam Hatip Okulu yeni açılmış. 1950 öncesi İmam Hatip Okulları’nın açılışının iyi niyetli olmadığı, dinin mihraptan yıkılmak istendiği söylenirdi. Tabi bunları dikkate alan hocaefendiler de İmam Hatip Okulları’na sıcak bakmıyorlar. Abdi Hocam bana, İmam Hatibe gitmeyeceksin, dedi ve hangi yerlere uğramam gerektiğini tarif etti.”

Öyle anlaşılıyor ki, Abdi Hoca, İslâm’ın mihraptan yıkılması şeklinde dile getirilen endişeden hareketle kimi parti ve partililere sıcak bakmamıştır. Nitekim Demokrat Partili milletvekillerinden biri Ordu / Korgan’da Abdi Hoca’yı ziyaret eder ve “Hür Ufuklara” isimli bir kitabı ona bırakır. Abdi Hoca, milletvekilinin oradan ayrılmasından sonra; “Bakın, falanca bir kitap bıraktı. [Kitabın içi fotoğraflarla dolu olduğu için Hoca] Kaldırın o kitabı!” der. Zira Abdi Hoca fotoğrafı hoş görmeyen biridir.[13] Abdi Hoca, söz konusu milletvekiline: “Oğlum! Şu medreseleri açın. Zinayı övmeyin” der. O da; “Hocam zaten Halk Partisi dine önem vermediği için dağıldı. Biz şimdi okullarda hocalar yetiştirip her tarafa göndereceğiz” der. Anılan milletvekilinin oradan ayrılışının ardından Abdi Hoca etrafındakilere: “Şu yalancıları gördünüz mü? Bunların dinde gözü falan yok. Bunlar İmam Hatip Okulu diye bir okul açıyorlar. Orada siz şu kitapları okuyun şunları okumayın diyecekler ve esas dine yaramayan kitapları okutacaklar” der. Abdi Hoca, Demokrat Parti zamanındaki Diyanet İşleri Başkanı’nı[14] da ilmî dirayet yönünden eksik bulur. Şu kadar var ki, Abdi Hoca’yı Halk Partililer de Demokrat Partililer de her zaman ziyarete gelirler, hoca da onlara nasihatta bulunur ve dua eder. Abdi Hoca’nın kendi zamanında hangi partiyi tercih ettiğine dair Ahmet Hocaoğlu şu bilgiyi verir: “Abdi Hoca Halk Partili idi. Mektep okutmanın yasak olduğu zamanlarda hocamız talebe okutuyor muydu, bunu tam bilemiyorum ama galiba okutuyordu. Ben Abdi Hoca’nın oğlu Abdullah dayıya bir gün sordum. Dedim ki, babam, babanızın Halk Partili olduğuna inanmıyor. Babanızın durumu ne idi? Abdullah Bilici bana dedi ki: Babam bize şunu söyledi: ‘Oğlum siz hangi partiye verirseniz verin ama ben Halk Partisi’ne vereceğim oyumu’. Pekiyi ne zamana kadar ona oyunu vereceksin baba, diye sorduğumuzda o bize, ‘Ölünceye kadar’ demişti, diye bana nakletti. Hoca Efendi ölümüne kadar bir şekilde talebe okutmuş ve ona bu konuda herhangi bir takibat olmamışsa belki de bu yüzdendir.”[15] Anlaşıldığı kadarıyla Abdi Hoca’nın asıl meselesi dinin ve dinî kültürün geleceğinin nasıl olacağı kaygısıdır. Zira Demokrat Parti’nin İmam Hatip Okulları vasıtasıyla hocalar yetiştirerek İslâm’ı mihtaptan yıkacağı endişesi o zamanın âlimleri arasında kaygı verici bulunmuş olduğundan Abdi Hoca’nın Demokrat Partiye karşı mesafeli duruşu herhalde bununla ilgili olsa gerektir.[16]

Son Zamanları:

Abdi Hoca ahir ömründe sol yanına felç vurmuş biri olarak son üç dört yılını yatağa bağlı bir vaziyette geçirmiştir. Ancak o, yatakta felçli, gözleri iyi görmez bir halde iken bile kendisini ziyarete gelip bilgisinden istifade etmek isteyenlere bilgi vermekten geri kalmamıştır. Talebesi Ali Peru’nun ifadesine göre Abdi Hoca; “Yarın yer gök ağlayacak. Kadınlar bundan böyle benim yanıma bulunmasın” demiş ve bir Salı günü vefat etmiştir. Nüfus cüzdanının bir kenarındaki şu bilgi notu onun ölüm tarihine işaret eder: “Peder Hoca Efendi’nin vefatı: Eylül Salı günü. Sene 1957.[17] Abdi Hoca’nın vefatı esnasında yanında bulunan yakınları onun bir mümin teslimiyeti ve tevekkülü içinde vefat ettiğini söylerler. Sadece etraftan duyabilenlerin katılabildiği kalabalık bir cemaat ile evinin yakınlarında bulunan bir yere defnedilir. Vasiyeti gereği mütevazı görünümlü kabrine büyücek bir mezar taşı dikilir. Abdi Hoca’nın ardından bir destan yazılır.[18] Bu destanı aşağıda verirken Abdi Hoca gibi nice âlim ve bilge kişilerin, halk ile devlet ricali arasında ne şekilde köprü olduğu / olabildiği, dinî bilgiyi irfan kültürüyle birlikte sonraki nesillere nasıl aktarabildiği konusunun daha iyi anlaşılabilmesi için söz konusu kişilerin hayat hikayelerinde pek çok önemli noktanın bulunduğuna işaret etmek isteriz.

Dr. Ahmet ÇAPKU



[1] Yazımızda Abdurrahman Hilmi BİLİCİ hoca için Abdi Hoca ifadesini kullanacağız.
[2] Abdi Hoca’nın oğlu Hakkı Bilici, babasının, hicri 1278/1861 doğumlu olarak bilindiği ancak gerçekte 1280’li olması gerektiğine işaret eder. Çünkü babası, Çitlice köyünden Osman denilen biri ile aynı yaştaymış. Adı geçen Osman’ın 1280’de doğumuna; “Sene binikiyüzseksen / Dünyaya geldi Osman” şeklinde tarih düşmüş yakınları. Buna göre Abdi Hoca nüfusa iki yıl büyük yazılmış olmaktadır.
* Yani bekâr mı? evli mi? dul mu? boşamış mı? boşanmış mı?
[3] Sadık Albayrak’ın, Son Devir Osmanlı Uleması isimli eserinde Ünyeli Yusuf Bahri Efendi isimli bir âlimin biyografisi vardır. Mezkur eserde anılan Yusuf Bahri Efendi’nin, Abdi Hoca’nın hocası olması ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Abdi Hoca’nın Halidî-Nakşî tarikatına intisabında sözü edilen Yusuf Efendi’nin tavassutu olmuş olabilir. Çünkü Yusuf Efendi, Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’nin talebesi olmuştur. Yusuf Bahri Efendi’nin hal tercümesi şöyledir:
“Ziraatle uğraşan Taslızâde el-Hac Feyzullah Efendi’nin oğlu olup 11 Nisan 1255/1839 tarihinde Ünye’nin Tuflancık köyünde doğmuştur. Yirmi yaşında Ağustos 1274’de Ünye’de bulunan Sadullah Bey Medresesi’ne girmiş ve 12 sene müderris Abdullah Efendi’den ders görmüştür. Şaban 1287’de İstanbul’a gelerek Süleymaniye ve Dârü’l-Hadîs Medreselerinde ikametle Süleymaniye dersiamlarından Hemşinli Hacı Salim Efendi’den ulûm-ı âliyeyi, Bayezit dersiamlarından Abdülkerîm Efendi’den ilm-i tefsîri, Süleymaniye’de Gümüşhaneli Şeyh Ahmed Ziyaeddin Efendi’den ilm-i hadîsi, meanî, usûl ve cüz’iyyâtı da Fatih dersiamlarından Hacı Şakir Efendi’den okuyup 11 Kanunievvel 1286’da bitirip icazet almıştır. İcazet alıp memleketine avdet etmiştir.
30 kanunisani 1287’de ahalinin intihabı ile ilk feyiz aldığı Sadullah Bey Medresesi’nde müderrisliğe başlamıştır. 7 Mayıs 1303’de ise resmen Fetvahane-i Âlî tarafından beratla müderris tayin edilmiştir. 1 Teşrinisani 1299’da Ünye kazası müftüsü olmuştur. Tedrisâtınad mani olduğu için 15 Şubat 1300’de müftülükten istifa etmişse de 15 Haziran 1325’de tekrar Ünye müftüsü olmuştur. Bursa müderrisliği ruûsuna da nail olmuş ve yaşı geçtiği gibi ekseri zamanları da köyünde geçirdiğinden bunun da Müslüman ahaliyi memnun etmediğinden Mart 1331/1915’te tekaüde sevk olunmuştur.” Bkz. Son Devir Osmanlı Uleması, İstanbul 1996, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yay., c. 4. sf. 374-375. [Yusuf Bahri Efendi’nin 1287’de İstanbul’a gelip 1286’da icazet alması ve 1287’de Ünye’de Sadullah Bey Medresesi’nde müderrisliğe başlaması tarihleri kendi içinde çelişki arzetmektedir.]
Abdi Hoca’nın ünye’deki hocası olarak Of’lu Hacı Yusuf Efendi’den bahsedilir. Albayrak’ın kitabında Yusuf Ziyaüddin Efendi (Oflu) başlığı altında hal tercümesi verilen 1257/1841’de Trabzon/ Of’ta doğup daha sonra Ünye’ye gelip yerleşen, Erzincan’a tahsil için gidip tekrar geri dönen ve 21 yaşında 1282’de Terme kazası ibtidaî muallimi, daha sonra Terme kazası müftüsü olan Yusuf Ziyaüddin Efendi’nin, Abdi Hoca’nın hocası olma ihtimali düşük görünmektedir. Biyografi için bkz. Albayrak, a.g.e., c. 4, sf. 387.
[4] “[Padişah II.] Abdülhamid muhtemelen, medreselere rağbetin yeniden artması için 19. yüzyılın sonlarına doğru medrese öğrencilerini askerlik hizmetinden muaf tutan bir karar çıkardı. Bu karar gerçekten medrese öğrenciliğini ayrıcalıklı kılıyordu. Ancak suiistimallere de oldukça açık idi. Nitekim askere gitmek istemeyen yüzlerce genç, kurtuluş olarak medreseleri görmeye başladı. Böylece medreseler askerlik hizmetinden kaçan öğrencilerle dolup taştı.” Bkz. Sarıkaya, Medreseler ve Modernleşme, sf. 78. Belki de Padişah II. Abdulhamid’in medrese talebelerini askerlik hizmetinden muaf tutan kararından hareketle olsa gerek Abdi Hoca bir ara talebelerine, askerlik hizmeti yapmadığını ancak bundan dolayı epey hayıflandığını söylemiştir.
[5] Abdi Hoca’nın talebe okuttuğu medreseye ait bir sancaktan söz edilir. Sancakla ilgili halk arasında muhtelif söylentiler/hikayeler dolaşır. Bunlardan biri zamanın âlimleri arasında çözülemeyen bir dinî problemin zuhur etmesi ve bunu Abdi Hoca’nın çözüme kavuşturması neticesinde sancağın kendisine hediye edilmiş olması hikayesi ile ilgilidir. Bir başka hikayenin ucu ise şapka kanunu uygulamalarına dayanır. Fakat öyle anlaşılıyor ki, sözü edilen rivayetler isnat açısından sağlam görünmemekdir. 100 X 70 ebatında sim ile işlenmiş Fetih Suresi’nden ayetlerin, kelime-i tevhid’in yazılı olduğu ifade edilen sancağın, medreseye ait olup II. Abdülhamid zamanından kalması muhtemeldir. 
[6] Eğer her bir icazet için onbeş yıl talebe okutmuş ise bu durumda Abdi Hoca’nın fiilen otuziki yıl kadar talebe okuttuğunu söyleyebiliriz. Çünkü iki defa icazet vermiş. Kaldı ki, yaş itibariyle hesap edildiğinde Abdi Hoca’nın otuz yıldan fazla fiilen ilim faaliyetinde bulunmuş olması gerekir. Ancak özellikle harp yıllarından ders okuttuğu medresede ilim faaliyetinin durmuş olması ihtimal dahilindedir.
[7] http://www.kumrureklam.org/haberdetay.asp?ID=914 (31.05.2010) isimli internet sitesinde bir haber başlığı şöyleydi: Fizmeliler Davulu Tartışıyor.
[8] Nurettin Topçu’nun özlemini duyduğu din adamı portresini Abdi Hoca ve onun gibilerde görmemiz mümkündür. ‘Toplumda Din Adamının Görevi’ başlıklı bir yazısında Topçu şunları kaydeder: “Peygamber devrinde din adamı ne yapıyordu? Din adamlarını görevlendiren bizzat Peygamberdi. Din adamı örneklerini de ashabda buluyoruz. Bugün din adamı, o devirde ashabın yaptığını yapacaktır. Aynı zamanda asrımızda içtimaî münasebet şekillerinin ne kadar çoğaldığı ve münasebetler sahasının ne derecede genişlemiş olduğu düşünülürse din adamının görevinin o nisbette çoğaldığını kabul etmek lâzım gelecektir.” der. Muammer Çelik, Nurettin Topçu ve Bugünkü Türkiye, İstanbul-2000, Ülke Kitapları, sf. 39.
[9] Ahmet Hocaoğlu şöyle bir kıtasını hatırladığını nakleder: “Kiraz dalını eğmeli / Kirazını yemeli / Komşu kızı var iken / Kime boyun eğmeli /
[10] Devlet–ulemâ ilişkilerinde dikkat çekici noktalardan biri, icraata konulmak istenilen konularda devlet, meşrulaştırıcı unsur olarak ulemânın desteği yanında görmek istemiştir. Devlet ile halk arasında orta bir noktada duran ulemâ bir meseleye meşruiyet kazandırma hususunda etkin bir konumda bulunmuştur denilebilir. Örnek olarak II. Mahmud’un ıslahatçı icraatlarının ulemâ tarafından meşrulaştırılması konusunda bilgi için bkz. Okumuş, a.g.e., sf. 205-209.
[11] Konuya dair Ş. Teoman Duralı, Sorun Nedir? isimli eserinde şunları kaydeder: “Milli Mücâdeleden tükenmiş hâlde çıktık. Bunu Makedonyalı komutan Pirrhos’un M.Ö. 279da Romalılara karşı kazanmış olduğu zafere benzetebiliriz. O derece bîtâp düşmüştük ki, -silâh, mühimmât, döğüşebilir kişilerin sayısı itibarârıyla- kıpırdayacak hâlimiz kalmamıştı. Birinci Dünya Savaşı yenilgisi sonucunda İngiliz–Yahudî İmperyalismi, Sevresde bedenimize el koydu. Millî Mücâlenin ‘Pirrhos’ zaferimizle bize Lausanneda [Lozan] takâs teklîf edildi: Bedeninizi geri vereceğiz, buna karşılık ruhunuzu bize teslîm edeceksiniz! denilmiştir.” Ş. Teoman Duralı, Sorun Nedir?, İstanbul-2006, Dergah Yay., sf. 345; Bu durumun maarife yansımasını tenkit için bkz. Nurettin Topçu, Kültür ve Medeniyet, İstanbul-1998, II. bsm., Dergah Yay., sf. 72.
[12] Abdi Hoca’ya nâ-hak yere hakaret eden, ona sıkıntı veren kimi etkin mevkideki kişilerin fazla geçmeden bir takım rahatsızlıklara maruz kalmaları, hocadan helallik aldıktan sonra normale dönmeleri gibi hallerin müşahede edildiği hocayı tanıyanlar tarafından ifade edilir.
[13] Abdi Hoca’nın bugün elimizde vesikalık fotoğraf olarak bulunan resmi nüfus cüzdanından alınmış ve kaşlarının, sakalının yeniden tanzimi, başına sarık konulması gibi üzerinde montaj usulü bir takım değişiklikler yapılmıştır. Abdi Hoca’nın oğlu Hakkı Bilici, babasının ahir ömründe babasıyla birlikte bir Pazar günü Fatsa’ya gittiği ve orada fotoğraf çektirmek istedikleri halde dükkanı açık fotoğrafçı bulamadıklarını ifade eder.
[14] Eyüp Sabri Hayırlıoğlu. Göreve gelişi: 12.04.1951. Görevden ayrılışı: 10.06.1960.
[15] Abdi Hoca’ya takibat olmamış ise de dini bilgiyi sonraki nesillere anlatma/aktarma faaliyetinde ve irşat hizmetinde onun elinden geldiği kadar kanunlara riayet ve dikkat ettiği anlaşılmaktadır. Bunun için olsa gerek ki, icabında yaylada, mesire yerlerinde gözden uzak mekanlarda ya da evinde misafir ağırlama şeklinde bu hizmeti yürütmeye çalışmıştır. “Hocamız yasak döneminde herhangi bir takibata da uğramadı” diyen Cemal Çaya’nın ifadesi ile Ahmet Hocaoğlu’nun verdiği bilgiler aynı konuya ışık tutar niteliktedir.
[16] “… Hocaların ve şeyhlerin, tarihî tecrübenin mirasçıları olmak, en geniş mânasıyla ‘devletçi’ olduklarını, belki bu yüzden uzun müddet DP çizgisine ısınamadıklarını biliyoruz.” Bkz. İsmail Kara, Kutuz Hoca’nın Hatıraları, İstanbul-2000, II. bsm., Dergah Yay., sf. 7.
[17] 27 Eylül 1957. Abdi Hoca’nın vefatından sonra birer hafta arayla Pencik’li (Esence) müderris Hacı Ali efendi, daha sonra da Ordu il müftüsü Yusuf Işık hoca vefat etmiştir. Bölgenin yetiştirdiği üç büyük âlimin ardıardına âlem-i cemâle yollanmış olması bölge halkına ağır gelmiş olsa gerektir.
[18] 14 Kasım 2002 (Yıl 2, Sayı 45) tarihli yerel Provizyon gazetesinin haberine göre, Vicdan Sesi Matbaası Samsun–1958 tarihli destanı halk şairi Hüseyin Akan kaleme almıştır. Destanı kendisinden temin ettiğimiz Salih Akpınar, destanı yazan kişinin halk arasında Fizmeli Alçaco Hafız Hüseyin Efendi olarak bilindiğini ifade eder. Söz konusu destanın birkaç kıtası Ordu Haber (Mart 1998, sf. 11) gazetesinde de verilmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...